TÜRKLÜĞE HAKARET EDEN ADAM!..
Türk Dil Kurumu hakaretin tanımını; "onur kırma, onura dokunma; tahkir" ve "küçültücü söz veya davranış" olarak ifade etmektedir. 1936 yılının yaz aylarında, Silifke’de bir şahsın adı resmi yazışmalarda dikkat çekici bir ithamla anıldı: “Kevker Kamışlı”. Kendisi hakkında ileri sürülen iddia, o dönem için sıradan bir suçlamadan çok daha fazlasını içeriyordu: Türklüğü tahkir etmek!
Adliye Vekâleti tarafından hazırlanan ve Başvekalet ile Büyük Millet Meclisi Yüksek Reisliğine gönderilen belgelerde açıkça belirtiliyordu: “Kevker Kamışlı”nın “Türklüğü tahkir ettiği” bildirildi.” Silifke C.M.U. (Cumhuriyet Mahkemesi Umum Müdürlüğü) kanalıyla gelen bu evrak, Türk Ceza Kanunu’nun o tarihteki 160. maddesine dayandırılarak bir takibat yapılmasını öngörüyordu. Ancak dikkat çekici olan, bu türden davalarda doğrudan işlem başlatılamamasıydı. Zira, TBMM’nin (TÜRKİYE Büyük Millet Meclisi) izni olmadan böyle bir kovuşturma yürütülmesi mümkün değildi. Hukuk devleti anlayışı gereği, devletin yargı mekanizması bile meşru sınırların dışına çıkamazdı.
Süreç ilerledi. Evraklar Başbakanlık katına ulaştı. Ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi Yüksek Reisliği tarafından yapılan değerlendirmede, "takibat yapılmasının kanunen münasip görülmediği" açıkça ifade edildi. Yani “Kevker Kamışlı” hakkında herhangi bir cezai işlem yapılmadı.
Bu olay, dönemin hukuk sistemine dair iki önemli noktayı gözler önüne seriyor:
- İfade özgürlüğü ve hassasiyet arasındaki çizgi: 1930’lu yıllar, Cumhuriyet rejiminin kendini ve değerlerini tahkim etmeye çalıştığı bir dönemdi. Türklüğe yapılan her türlü saldırı, yalnızca bireye değil, Cumhuriyetin temel dayanaklarına yöneltilmiş bir tehdit olarak algılanıyordu. Ancak buna rağmen, mahkeme süreçleri öyle keyfi biçimde işletilmiyor, Meclis’in onayı gibi bir denge mekanizması devreye giriyordu.
- Hukukun üstünlüğüne bağlılık: “Kevker Kamışlı” hakkında şikayet bulunmasına ve cezai işlem talep edilmesine rağmen, Adalet Vekâleti süreci doğrudan başlatmak yerine, Meclis’ten izin talebinde bulunmuş, Meclis ise soğukkanlı bir şekilde “takibat yapılmasına gerek olmadığı” sonucuna varmıştı. Bu yaklaşım, Cumhuriyet’in erken dönemlerinde bile hak ve özgürlüklerin temel ilkelere göre değerlendirildiğini gösteriyor.
Bugünün Türkiye’sinde de benzer sınavlarla karşı karşıyayız. Sosyal medya, dijital yayınlar, köşe yazıları… Eleştiriyle tahkir arasındaki sınır hâlâ tartışmalı. Ancak geçmişten alacağımız ders çok net: Hukuk devletinde, ne kadar hassas bir konu olursa olsun, yargı mekanizması delile, usule ve en önemlisi adalete dayanmalıdır.
Kaynakça
https://sozluk.gov.tr/ Erişim Tarihi 21.05.2025
Kurum: 30-10-0-0 / Muamelat Genel Müdürlüğü Yer Bilgisi: 42 - 268 - 4