SEÇİLMEK Mİ, SEÇTİRİLMEK Mİ?
Bir ülkenin kaderi, sadece sandıkta değil; o sandığa giden yolun taşlarında gizlidir. Her taş, kim tarafından dizildiğiyle; her adım, kimin yönlendirdiğiyle anlam kazanır. Bugün bu köşede, seçilmişler denen o kutsal zırhın ardına sığınıp halktan uzaklaşanları konuşalım istiyorum. Zira bu topraklarda seçilmek, temsil etmek demekti bir zamanlar. Temsil; halkın derdiyle dertlenmek, çözümde halkı görmekti. Ama artık temsil, bir unvan. “Başkan”, “milletvekili”, “belediye meclis üyesi…” Unvan çok, sorumluluk az. Seçilmiş olmak, halka tepeden bakmanın bahanesi değil; halkın gözüyle görebilmenin yükümlülüğüdür. Bu ülkede demokrasiyi uzun yıllardır konuşuyoruz. Lakin hâlâ tanımlamakta zorlanıyoruz. Çünkü “demokrasi” kelimesi kulağa ne kadar güzel gelse de içini doldurmak için yalnızca sandık yetmiyor.
Sorulması gereken temel sorular var: Neyi seçiyoruz? Kimi seçiyoruz? Nasıl Seçiyoruz? Ve en önemlisi neden seçiyoruz? Bu soruların cevabı çoğunlukla belli değildir. Halkın iradesiyle iş başına gelen bir yönetim anlayışından söz ediyorsak, neden bu kadar çok insan kendini dışlanmış, çaresiz ve temsil edilememiş hissediyor? Çünkü mesele sadece sandığa gitmek değil. Mesele, o sandığa konan isimlerin kimler olduğudur.
Parti teşkilatlarında yıllarını geçiren, biat kültürüne uyum sağlayan, güç dengelerini iyi okuyan bazı isimler, yukarıdan gelen bir işaretle listeye yazılıyor. Sonra biz, seçme hakkımızı kullanıyor gibi yaparak bu listelerden birini onaylıyoruz. Bu mudur halk iradesi? Bu mudur demokrasi? Seçilmiş olmak başka, seçtirilmiş olmak bambaşka. Çünkü çoğu zaman karar mercii halk değil, parti içi klikler, çıkar grupları ve sermaye çevreleri oluyor. Böyle olunca, halkın temsilcisi olması gereken meclisler, aslında halktan kopuk birer vitrin hâline geliyor. Teşkilatta güç kimdeyse, yukarıda ismi o yazılıyor. Sonra o isim, “halk seni seçti” diye önümüze geliyor. Hadi soralım: Gerçekten halk mı seçiyor? Yoksa seçtiklerimizin seçtikleri mi? Sonra o insanlar bizim adımıza kararlar alıyor.
Anayasalar yazılıyor, yasalar değiştiriliyor. Ama halk bu sürecin neresinde? Oy verdikten sonra sesi kesilen bir kalabalık olmaktan öteye geçebiliyor mu? Evet, bir şeyler oluyor ama halk olmuyor. Halk yalnızca seyirci. Göstermelik bir katılım, sözde bir temsil. Bugün ülkede, gençlerin kaderi parti içi hesaplaşmalara; annelerin umutları, göz boyayan projelere; işçilerin alın teri ise olmayacak vaatlere teslim edilmiş durumda. Oysa gerçek temsil, sadece seçim günü değil; her gün halkın içinde olmakla mümkündür.
Gerçek demokrasi, sadece sandıktan çıkan rakamlarla değil; sokaktan yükselen seslerle anlam kazanır. Bu ülkenin kaderi, dar bir kadronun değil; sabaha kadar nöbet tutan hemşirenin, geçim derdindeki işçinin, ders çalışmak için ışıksız odalarda ter döken öğrencinin ve yarınından endişe duyan gençlerin ellerinde şekillenmelidir. Gerçek temsil, seçilmekle değil, hesap vermekle başlar. Bugün hangi seçilmiş, bir halk meclisinde sorgulanmaya açık? Hangi yönetici, koltuğunun hesabını vermeye hazır? İşte bu yüzden halk, giderek susuyor. Çünkü sesi duyulmuyor. Umudu, ekranlarda çıkan temsili yüzlere değil; komşusunun dürüstlüğüne, esnafın vefasına, öğretmenin sabrına bağlıyor. Belki de halk artık yeni seçilmişler beklemiyor; yeni bir düzen, yeni bir vicdan, yeni bir dayanışma biçimi arıyor.
Gençlerin kaderini parti içi ayak oyunlarına teslim etmeyen bir sistem kurulmalı. O yüzden yeni bir söz üretmenin zamanı geldi. Yeni bir siyaset dili, yeni bir ahlak, yeni bir sorumluluk anlayışı… Sadece seçilen değil, seçilenin kimin adına konuştuğu da sorgulanmalı artık. Çünkü temsil hakkı bir ayrıcalık değil, ağır bir sorumluluktur. Seçilecek kişilerin yalnızca teşkilat mensubu değil, gerçekten toplumun içinden gelen, hesap verebilir ve etik değerlerle donanmış insanlar olması gerekir. İnanıyorum ki: Seçilmişlerin gölgesinde kalan bir toplumda, halk için gerçek bir aydınlık doğmaz.
