Oynasana Demokrasi!
Bir ülkede adaletin sembolü bir terazi vardır. Tarttığı sadece suçlar değildir; kimi tarttığı da önemlidir. Ve eğer o terazi her seferinde aynı yöne eğiliyorsa, artık adaletten çok bir düzenin bekçiliği vardır. Korunan, hakkaniyet değil; kurulu düzendir.
Son zamanlarda yaşananlar bize bunu düşündürüyor.
Bir belediye başkanı gözaltına alınmış.
Bir gazeteci tutuklanmış.
Bir öğrenci, taşıdığı bir pankart nedeniyle cezaevinde.
Ve bu insanların ortak noktası: Farklı düşünüyorlar. Farklı konuşuyorlar. Farklı bakıyorlar.
Peki ama bu kadar farklılık neden bu kadar tehlikeli görülüyor? Aklımıza takılmıyor değil! Gerçekten adalet mi aranıyor bu ülkede, yoksa mutlak bir itaat mı isteniyor?
Hiç kimse “yargı işini yapmasın” demiyor. Suç varsa, elbette yargılansın. Ancak herkes için aynı terazi kullanılıyor mu, asıl mesele bu.
İktidarın etrafında dönen iddialar hiç mi araştırılmaz? İktidar cephesinde hiç mi yanlış olmaz? Hiç mi yolsuzluk görülmez? Hiç mi ihaleye fesat karıştırılmaz? Hiç mi hatalı karar alınmaz? Yoksa “bizdendir” diyerek birileri terazinin önünden hiç tartılmadan mı geçiyor?
Eğer sadece muhalefet kesimi sorgulanıyor, sadece gazeteciler yargılanıyor, sadece öğrenci susturuluyorsa; burada bir adalet değil, bir denge sorunu var demektir.
Ve ne yazık ki, bu dengenin bozulduğu her toplumda, sadece muhalefet değil; bir gün iktidar da altında kalmaz mı o terazinin?
Oysa bir devletin asıl gücü, sadece rakiplerini susturmakta değil; kendi içini de denetleyebilmesindedir. “Benim adamım” dediğine de dönüp, “Dur bakalım” diyebilmesindedir.
Bugün adaletin terazisi yeniden ayarlanmalı. Çünkü bir gün hepimiz o terazide tartılacağız.
Ve o gün geldiğinde, kimin oy aldığı değil, ne de alkışlarımız tartılır. Kimin ne yaptığı konuşulacaktır!
Bazen düşünüyorum da…
Acaba Aziz Nesin bu günleri mi görerek yazdı?
Levent Kırca skeçlerinde sadece güldürmüyor; geleceği mi resmediyordu?
Bir dönem, bu ülkede sanat yoluyla hakikati anlatanlar vardı.
Aziz Nesin’in hicivleri, Levent Kırca’nın sahneleri…
Önce güldürdüler bizi; şimdi ise yüzümüzü kızartıyorlar.
O zamanlar “abartı” ve “kurgu” diyorduk. Ama bugün yaşadıklarımız, o sahneleri utandıracak kadar gerçek değil mi? Ve en korkutucu olanı şu: Artık kimse şaşırmıyor. İşte asıl şaşırmamız gereken bu. Çünkü sustuğumuz her şey, büyüyerek dönüyor karşımıza.
Bugün konuşanlar sadece kendi haklarını değil, bu ülkenin vicdanını da savunuyor olabilir. Ve bugün susanlar, yarın konuşamayabilir.
Ne zaman biri eleştirse, “düşman” ilan ediliyor.
Ne zaman biri susup geri çekilse, “suç ortağı” sayılıyor.
Ne yapsak, bazıları tarafından hep “dış güç” ya da “vatan haini” yaftasına maruz bırakılıyor. O zaman sormadan edemiyor insan: Bu gidişin sonu nedir?
Oysa bu ülkede çok şey değişti. Ama bazı sorular hâlâ yerli yerinde:
Gerçek mesele güvenlik mi, yoksa tek sesli bir toplum yaratmak mı?
Birlik, baskıdan mı doğar; yoksa çok sesin ahenginden mi?
Yoksa mesele gerçekten “düzenin birliği” mi?
Unutmayalım:
Gerçek birlik, bastırarak değil; dinleyerek kurulur.
Ve bir millet, adaleti kaybettiğinde; sadece düzeni değil, vicdanını da yitirir.
Farklı olanla bir arada yaşamak mı daha zordur, yoksa herkesi tekleştirmeye çalışmak mı daha tehlikeli?
Bu soruların kesin bir cevabı olmayabilir. Ama bir şeyi çok iyi bilmeliyiz: Adalet bir gün herkese lazım olur.
Ve o gün geldiğinde, kimin ne oy aldığı değil, kimin ne yaptığı konuşulacaktır.
Aziz Nesin bir keresinde demişti: “Bu halkın yüzde altmışı aptaldır” değil,
“bu halkı bu hale getirenler akıllıdır” desek daha doğru olurdu. Şimdi biz de soruyoruz:
Bizi bu noktaya kim getirdi?
Neden en çok susturulanlar, en çok haklı olanlar oluyor?
Ve neden en çok güldüğümüz şeyler, artık en çok canımızı yakıyor?
Levent Kırca yıllar önce bir skeçte haykırmıştı:
Oynasana demokrasi!
Bugün o replik sahnede değil; sokakta yankılanıyor.
Peki şimdi ne olacak?
Belki yine susulacak.
Belki yine unutulacak.
Ama birileri bir köşede not alıyor:
Bu ülke, bir zamanlar kendi komedyenlerini haklı çıkardı diye...