Önyargının Dar Kafesi
Birini görür görmez karar veririz: Giyimine, konuşmasına, toplumdaki durumuna, tuttuğu takıma, mezhebine, mizacına hatta kahveyi nasıl içtiğine bakar; kafamızda onu bir çekmeceye koyarız. Etiketleriz. "Şu böyledir, bu şöyledir." Ve bir kez etiketlendi mi bir insan, artık onun söylediklerini değil, bizdeki izdüşümünü duymaya başlarız.
Önyargı, insanı tanımadan anlamaya çalışmanın tembelliğidir. Düşünmek yerine varsaymayı, anlamak yerine hüküm vermeyi tercih ederiz. Oysa her insan bir hikâyedir; içinde çocukluk yaraları, bastırılmış hayalleri, kırgınlıkları ve umutlarıyla birlikte yürüyen bir öykü… Ama biz çoğu zaman sadece kapağa bakıp kitabı yargılamayı seçiyoruz.
Bir zamanlar “namaz kılıyor” deyince yobaz, “namaz kılmıyor” deyince dinsiz denirdi. Şimdi ise “yurt dışına çıktı” deyince hain, “yerel kaldı” deyince geri kafalı sanılıyor. Hep bir uçtan diğerine salınan, orta yolu haritadan silmiş bir zihin haritamız var. Sormadan, anlamadan, yargılayan bir toplum olduk.
Bu önyargı zinciri sadece bireyler arasında değil, kurumlar, şehirler hatta meslekler arasında da örülmüş durumda. Köyden gelen öğrenciye “bu yapamaz”, şehirli olana “şımarık” deniyor. Mavi yaka çalışana küçümseme, akademisyene “entel” damgası yapıştırılıyor. Oysa tek bir gerçeği unutuyoruz: İnsan, her zaman göründüğünden fazlasıdır.
Önyargılar; sevgiyi, merakı, birlikte üretmeyi ve ortak geleceği öldürür. Bir çiçeği toprağa göre değil, saksısına göre yargılamak gibidir bu. Ve her seferinde, aslında kendi ufkumuzu daraltırız.
Belki de artık yeni bir çağın kapısını aralamanın zamanı gelmiştir: Önce dinleyen, sonra anlayan ve en sonunda yorum yapan bir çağ. Önyargının değil, empati ve merakın rehberliğinde yürüyen bir toplum hayaliyle…
