Kaldırımlarda Yaşam Mücadelesi
Bir kaldırım. Ne kadar basit bir kelime. Ne kadar temel bir ihtiyaç: Yürümek. Ama ne zaman ki yürümek bile gündelik hayatın mücadelelerinden biri hâline gelir, işte o zaman mesele sadece kaldırımların değil, insan onurunun ve kent yaşamının meselesi olur.
Bu satırları yazarken ilçemin herhangi bir sokağında yürüyen biri; ya kafasına inşaattan bir demir düşer mi diye tedirgin, ya bir doğalgaz kazısında açılmış çukura ayağını sokmamaya çalışan, ya da kaldırımda park etmiş arabanın yanından yolun ortasına sarkmak zorunda kalan bir yayadır. Ve ben, bu düzenin içinde neden kaldırımları bu kadar sorun ettiğimi anlatmak zorunda hissediyorum. Çünkü mesele sadece taş değil, taştan büyük olanı: yaşam hakkı.
Ve şimdi soruyorum: Biz dışarı çıktığımızda yürümeye mi çıkıyoruz, yoksa hayatta kalmaya mı? Bir yaşlı kadın bastonuyla, bir çocuk okul çantasıyla, bir engelli birey türlü ihtiyaçlarıyla bu sokaklarda yolun neresinden yürüsün? Kimse adım atarken huzurlu değil.
İlçemizde bir şehir bölge planlamacısı var mı? Bunu laf olsun diye söylemiyorum; çünkü plansızlık artık günlük hayatın değil, günlük hayatta kalmanın bir parçası. İnşaat var, kaldırım işgal. Dükkan açılmış, tezgâh kaldırımı yutmuş. Doğalgaz çalışması mı var? Kaldırım zaten onların. Belediyenin gözünde “geçici” denilen her şey halkın omzuna bindirilmiş bir kalıcı sorun.
Ve işin daha da can sıkıcı tarafı şu: Kaldırımlar özel mülk gibi işgal ediliyor ama bu işgalin adı konmuş: "İşgal parası."
Kimi diyor ki "Parasını verdik, ilgili yerler biliyor."
İlgili yerlere gidiyorsun, "ilgili birim şudur" diyorlar.
İlgili birime ulaşıyorsun ve sonuç oradan oraya devam eden sürece dönüşüyor. Özetle bu döngü herkesin haklarını ve şikayetlerini alan merciler arasında git-gele dönüşmektedir.
Peki soruyorum: İşgal yasal bir ödeme kalemine döndüyse, o zaman bu kaldırımı kullanmak isteyen vatandaşa neden aynı ölçüde bir hak, bir güvence yok? Kaldırımları işgal edenler ise, kendilerince meşruiyet üretirken vatandaşı muhatap arayışında yalnız bırakıyor.
İşgal parası varsa, koruma hakkı neden yok?
Yollarda yürümek artık doğada bir patika takip etmek kadar tehlikeli. Ne zaman bir köşeden inşaat iskelesi çıkacak, ne zaman bir büyük araç dar sokakta geri geri gelecek bilinmez! Hele bir de geceyse ve sokak lambaları yanmıyorsa, bu yürüyüş bir güvenlik meselesinden çok hayatta kalma sınavına dönüşüyor. Ayakta kalmak için dikkatli olmak zorundasınız; kafanızı, omzunuzu, dizinizi korumak için bir refleks geliştirmişsinizdir umarım! Bu, yürümek değil; bu, tetikte yaşamak. Biz artık avcı-toplayıcı değiliz ama modern kentte yaya olmak, bir yırtıcının bölgesinde gezinmek gibi.
Kaldırımı olmayan şehir, sadece kent estetiğinden yoksun değildir; o şehir, insanına yürüme hakkını dahi tanımamış demektir. Çünkü kaldırımlar sadece yol değil, sosyal eşitliğin zemini; bireyin varlığını kente yazdığı satır aralığıdır.
Ve o şehirde atılan her adım ya bir engeli aşmak için ya da görmezden gelinen bir hakkı hatırlatmak içindir.
Yaya olmak; bu kentte hâlâ insan gibi yaşamakta ısrar etmek anlamına gelir.
Bu yüzden başta söylediğim gibi: Mesele sadece kaldırımlar değil. Ben yaşamak istiyorum.
İnsan gibi.
Sokakta, güvenle, kendi yerimde.
Çocukların bir yandan çimene basabileceği parkları, bir yandan da rahatça yürüyebileceği kaldırım taşlarını savunuyorum. Ne topraktan uzak ne de şehirden kopuk bir yaşam. Denge, hak, alan ve güven istiyorum.
Kaldırımlar sadece taş değil. Onlar; engellilere erişim, çocuklara özgürlük, yaşlılara güvenlik sunar.
Onlar bazen gözden kaçan bir hakkın, bazen de üzerine basarak geçtiğimiz ortak sorumluluğun adı. Çünkü şehir, ancak insanı önceleyen bir planlama ile yaşanabilir hale gelir.
Ve işte o yüzden, kaldırım dediğiniz şey;
Kentin vicdanını değil, vicdanla yönetilip yönetilmediğini gösterir.
