Rıfat YÖRÜK
Köşe Yazarı
Rıfat YÖRÜK
 

Adı verilen

Adı verilen                “Adını ver de çekmezse çekmesin” demişler. Dedem Rıfat Helvacı’nın adını bana verdiklerinde annem ve babam neyi amaçladılar bilemiyorum ama ilk torunda bu duyguyu yaşaması onu çok mutlu etmiş olmalı. Nitekim hem ilk hem de “adı verilen” olmam sebebiyle torunlar arasında ayrı bir yerim vardı. Annem, İzmir’e beni sevmeye geldiğinde hiç adeti olmadığı halde stüdyoya gidilmesini isteyip işte bu fotoğrafı çektirmesini o sevgiye bağlar.             Soyadları “Helvacı” olduğu için Silifke’de ve köyü Gülümpaşalı’da “Helvacı” lâkabıyla anılırdı. Esmer, uzun boyluydu. Zayıf ama heybetli bir yapısı vardı. Kasketsiz ve şalvarsız dışarı çıkmazdı. Serkisof marka trenli köstekli saatini mutlaka yeleğine takardı. Maddi durumu oldukça iyiydi. Epeyce bağ, bahçe, arazisi, evleri vardı. Ama bu duruma çocukluğundan beri zor şartlarda çalışarak gelmişti. İleri yaşlarında bile portakal-limon bahçesini gezer, ilaçlama ve budama yapardı. Hâlâ o bahçenin güzelliğinden ve meyvelerinden nasiplenmemizi ona borçluyuz.             Beş vakit namaz kılan CHP’li             Siyasi ve ideolojik bilinç kazanmaya başladığım gençlik dönemlerimde, beş vakit namaz kılan dedemin CHP’ye oy verdiğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Köyün en zenginlerinden biri olmasına, Güneydoğu’da yaşasa “ağa” sınıfına konulacak olmasına rağmen “Altıok”a oy vermesi anlayamadığım ve kabullenemediğim bir durumdu. Tıpkı diğer dedemin (büyükbabam kahveci Ali Yörük) dar gelirli ve “akşamcı” olmasına, namaz-niyaz konusunda “bayramdan bayrama, cumadan cumaya” resmi klişesine uymasına rağmen Demokrat Partili/Adalet Partili olmasını anlayamadığım gibi… Tabii bu konuda artık çok farklı düşünüyorum.             İlk dini eğitimim             Düşünüyorum da, Rıfat Dedemle ilgili en güzel anılarım manevi konulardaydı. Benim ilk dinî eğitimimi o sağlamıştı. Yaz tatillerinde Toroslar’daki Balandız Yaylası’na gittiğimizde parasını verip hocaya yazdırır ve kardeşlerimle birlikte camide temel dinî bilgileri almamızı sağlardı. Uzun sopalı adaşı ve arkadaşı rahmetli “Hayalat Rıfat Hoca”dan bu sayede çok şeyler öğrenmiş, kafa dengi arkadaşlarla şenlikli, neşeli, anılarla dolu unutulmaz yazlar yaşamıştık.             Çarşı kahvesinde otururken özellikle ikindi namazı öncesi erkenden camiyi açar, tek başına uzun uzun namazlar kılardı. Sonradan, gençliğinde kılamadığı namazları hesaplatıp kaza namazı kıldığını öğrenmiştim.             Sadaka yerine geçen güzel hareketi             Namaza başladığımda birçok vakti onunla birlikte camide kılardık. Özellikle öğle namazı sonrası, yanımızda getirdiğimiz metal sürahilere caminin karşısında bulunan gözden buz gibi kaynak suyu doldurur, anneannem (Sıddık Gelin) ve Cennet Yengemin hazırladığı nefis öğle yemeğiyle buluşmak üzere köy meydanından eve doğru tahmini 500 metre yürürdük. Kendisi gibi aynı sokakta oturan yaşlı cami arkadaşlarıyla neşe içinde geçen bu kısa yolculuklarda ondan birçok şey öğrenmiştim. En önemlisi, o zaman bozuk olan dar yolda önümüze çıkan taşları ve benzeri engelleri eliyle kenara kaldırmasıydı. Dedemin insanlara zarar gelmemesi için sürekli yaptığı bu güzel eylemin sadaka yerine geçtiğini okuduğum bir hadisten öğrenmiş ve aynı güzel uygulamayı ben de hayatımda önce içselleştirmiş sonra da gelenekselleştirmiştim.             Rahmetli kısa saçı çok severdi. Yaylaya ilk geldiğim günlerde mutlaka berbere götürür, o dönemin moda traşı alaburus yaptırırdı. Çocukken alıştığım bu berber ritüeli ergenliğe girdiğim ve kızlara karşı ilgimin arttığı dönemlerde beni rahatsız etmeye başlamıştı. Berberden çıktıktan sonra utancımdan evden dışarı çıkmak istemez, saçlarımın bir an önce uzaması için Allah’a dua ederdim. Ortaokula başladığım 70’li yıllarda Türkiye’de uzun saç, uzun paça modası yaygındı. Lisedeyken alaburus mağduru bir genç olarak uzun saçlı arkadaşlarıma imrenir, yıl boyu uzattığım o güzelim ince telli, parlak saçlarımın yaz tatilinde gittiğim Balandız’da Hızır Berber’in (Üçyıldız) sandalyesinde yerlere saçılmasını üzülerek seyrederdim.             Dedemi damada yeniyorum             Saç konusundaki bu katı tutumuna karşılık havuzlu meydandaki kahvelerde arkadaşlarımla birlikte oturmama karışmazdı. Hatta iyi dama oynadığımı öğrenince bana oyun teklif etmiş, kaybedince de hiç üzülmemişti.             Televizyonun henüz yaygınlaşmadığı yıllarda tek eğlencemiz yayladaki Siera marka siyah radyoydu. Kıbrıs’a çok yakın olduğumuz için çok güzel çeken Bayrak Radyosu ve Kıbrıs Rum Kesimi Radyosunu severek dinlerdik. Zira o yıllarda TRT her şarkıyı yayınlamaz, ancak denetim kurulundan geçen eserleri çalardı. Bayrak ve Rum radyosunda ise sansür yoktu. Özellikle akşam saat 18:30’da Bayrak Radyosu isteklere yer verir ve arabesk dahil her türlü müziği çalardı. Ama 19:00 ajansını dinlemek üzere dedem eve doğru geldiğinde kardeşim Emine ile birlikte belimiz kırılır, radyoyu dedeme devretmek zorunda kalırdık.             “Sıddık Gelin”in intikamı             Gençliğinde çok sinirli olduğu söylenirdi. Anneanneme kızdığında yemeklerle dolu siniyi birçok kez köşkten bağa atmış. Ama son zamanlarda sadece lâfını edebiliyor, siniyi atacakmış gibi elleriyle sımsıkı kavrıyor ancak bir türlü pratiğe dökemiyordu. Onun bu halini gören anneannem “Sıddık Gelin” eski günlerin acısını çıkartırcasına göbeğini oynata oynata gülüyordu.             Çocukluğumun en güzel anıları bu yaylada geçti. Kolumun kırılması gibi üzücü olaylarda da dedem hep yanımdaydı. Beni bir arkadaşının motoruna bindirerek Gökbelen yolundaki (Galiba Çaltı) sınıkçıya tedavi ve kontrol amacıyla götürürdü.             Yaz haricinde memleketimize gittiğimizde ise günlerimiz köyümüz Gülümpaşalı’da geçerdi. Yemyeşil, verimli bir ova köyüydü. Tarlalardan yılda üç-dört ürün alınırdı. Silifke-Taşucu arasındaki bu köy, dilimiz Türkçenin bütün güzelliklerini, şiirselliğini, ritmini içinde barındıran, hayran olduğum nefis bir isim taşıyordu. Bu isim bana nedense ilk defa Türkçe kitabımdaki bir okuma parçasında rastladığım Refik Halit Karay’ın “Eskici” hikayesini hatırlatırdı. Hani gönderildiği Filistin’de Türkçe konuşan birini bulamadığı için dil ve İstanbul hasreti çeken küçük Hasan’ın hikâyesi. Mahallelerine gelen yaşlı ayakkabı tamircisinin Türk olduğunu öğrenince onunla Türkçe muhabbetindeki coşkulu hüzün...             Gözlerindeki hüzün             Rıfat dedemin gözlerinde daha çok hüzün hâkimdi. Şairin dediği gibi hüzün ona çok yakışıyordu. Bazen çocukluk, gençlik ve askerlik anılarını anlatır, arada uzun bir “heyyy! heyyy!” çekerek daha da hüzünlenirdi. Evin tek oğlu olan ve kamyonculuk yapan dayımın eve geç gelişleri onu çok üzerdi. Yaylada gece yarısı tuvalete kalktığında el feneriyle girişteki ayakkabıları kontrol eder, dayımın ayakkabısını göremeyince üzülürdü.             1983 Kasımında önce erkek kardeşi Mehmet Ali Emmimiz vefat etti. Bir ay sonra abisi Mehmet amcamız… Ve bir ay içinde de dedem... Adı verilen torununun sünnetini ve mürüvvetini gören Rıfat Helvacı, kardeşlerinin ardı sıra gurbetten asli vatanına dönmüştü.             Mekânın Cennet olsun. Yolda yürürken “insanlara zarar vermesin” diye üşenmeden kaldırıp kenara attığın taşlar günahlarına kefaret olsun. Yaptığın hayır-hasenat kabul olunsun. Hesaplayıp kıldığın kaza namazları makbul kılınsın. Bize cami hocaları vasıtasıyla öğrettiğin temel dini bilgilerle kıldığımız namazlar amel defterinin açık kalmasına vesile olsun.             Seni seviyorum, adını yıllardır gururla taşıdığım Rıfat Dedem. Seni özlüyorum hassas duyguların, ince düşüncelerin adamı… Rabbim bizi Cennetinde yeniden buluşturur inşallah.
Ekleme Tarihi: 06 Mayıs 2022 - Cuma

Adı verilen

Adı verilen

 

             “Adını ver de çekmezse çekmesin” demişler. Dedem Rıfat Helvacı’nın adını bana verdiklerinde annem ve babam neyi amaçladılar bilemiyorum ama ilk torunda bu duyguyu yaşaması onu çok mutlu etmiş olmalı. Nitekim hem ilk hem de “adı verilen” olmam sebebiyle torunlar arasında ayrı bir yerim vardı. Annem, İzmir’e beni sevmeye geldiğinde hiç adeti olmadığı halde stüdyoya gidilmesini isteyip işte bu fotoğrafı çektirmesini o sevgiye bağlar.

            Soyadları “Helvacı” olduğu için Silifke’de ve köyü Gülümpaşalı’da “Helvacı” lâkabıyla anılırdı. Esmer, uzun boyluydu. Zayıf ama heybetli bir yapısı vardı. Kasketsiz ve şalvarsız dışarı çıkmazdı. Serkisof marka trenli köstekli saatini mutlaka yeleğine takardı. Maddi durumu oldukça iyiydi. Epeyce bağ, bahçe, arazisi, evleri vardı. Ama bu duruma çocukluğundan beri zor şartlarda çalışarak gelmişti. İleri yaşlarında bile portakal-limon bahçesini gezer, ilaçlama ve budama yapardı. Hâlâ o bahçenin güzelliğinden ve meyvelerinden nasiplenmemizi ona borçluyuz.

            Beş vakit namaz kılan CHP’li

            Siyasi ve ideolojik bilinç kazanmaya başladığım gençlik dönemlerimde, beş vakit namaz kılan dedemin CHP’ye oy verdiğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Köyün en zenginlerinden biri olmasına, Güneydoğu’da yaşasa “ağa” sınıfına konulacak olmasına rağmen “Altıok”a oy vermesi anlayamadığım ve kabullenemediğim bir durumdu. Tıpkı diğer dedemin (büyükbabam kahveci Ali Yörük) dar gelirli ve “akşamcı” olmasına, namaz-niyaz konusunda “bayramdan bayrama, cumadan cumaya” resmi klişesine uymasına rağmen Demokrat Partili/Adalet Partili olmasını anlayamadığım gibi… Tabii bu konuda artık çok farklı düşünüyorum.

            İlk dini eğitimim

            Düşünüyorum da, Rıfat Dedemle ilgili en güzel anılarım manevi konulardaydı. Benim ilk dinî eğitimimi o sağlamıştı. Yaz tatillerinde Toroslar’daki Balandız Yaylası’na gittiğimizde parasını verip hocaya yazdırır ve kardeşlerimle birlikte camide temel dinî bilgileri almamızı sağlardı. Uzun sopalı adaşı ve arkadaşı rahmetli “Hayalat Rıfat Hoca”dan bu sayede çok şeyler öğrenmiş, kafa dengi arkadaşlarla şenlikli, neşeli, anılarla dolu unutulmaz yazlar yaşamıştık.

            Çarşı kahvesinde otururken özellikle ikindi namazı öncesi erkenden camiyi açar, tek başına uzun uzun namazlar kılardı. Sonradan, gençliğinde kılamadığı namazları hesaplatıp kaza namazı kıldığını öğrenmiştim.

            Sadaka yerine geçen güzel hareketi

            Namaza başladığımda birçok vakti onunla birlikte camide kılardık. Özellikle öğle namazı sonrası, yanımızda getirdiğimiz metal sürahilere caminin karşısında bulunan gözden buz gibi kaynak suyu doldurur, anneannem (Sıddık Gelin) ve Cennet Yengemin hazırladığı nefis öğle yemeğiyle buluşmak üzere köy meydanından eve doğru tahmini 500 metre yürürdük. Kendisi gibi aynı sokakta oturan yaşlı cami arkadaşlarıyla neşe içinde geçen bu kısa yolculuklarda ondan birçok şey öğrenmiştim. En önemlisi, o zaman bozuk olan dar yolda önümüze çıkan taşları ve benzeri engelleri eliyle kenara kaldırmasıydı. Dedemin insanlara zarar gelmemesi için sürekli yaptığı bu güzel eylemin sadaka yerine geçtiğini okuduğum bir hadisten öğrenmiş ve aynı güzel uygulamayı ben de hayatımda önce içselleştirmiş sonra da gelenekselleştirmiştim.

            Rahmetli kısa saçı çok severdi. Yaylaya ilk geldiğim günlerde mutlaka berbere götürür, o dönemin moda traşı alaburus yaptırırdı. Çocukken alıştığım bu berber ritüeli ergenliğe girdiğim ve kızlara karşı ilgimin arttığı dönemlerde beni rahatsız etmeye başlamıştı. Berberden çıktıktan sonra utancımdan evden dışarı çıkmak istemez, saçlarımın bir an önce uzaması için Allah’a dua ederdim. Ortaokula başladığım 70’li yıllarda Türkiye’de uzun saç, uzun paça modası yaygındı. Lisedeyken alaburus mağduru bir genç olarak uzun saçlı arkadaşlarıma imrenir, yıl boyu uzattığım o güzelim ince telli, parlak saçlarımın yaz tatilinde gittiğim Balandız’da Hızır Berber’in (Üçyıldız) sandalyesinde yerlere saçılmasını üzülerek seyrederdim.

            Dedemi damada yeniyorum

            Saç konusundaki bu katı tutumuna karşılık havuzlu meydandaki kahvelerde arkadaşlarımla birlikte oturmama karışmazdı. Hatta iyi dama oynadığımı öğrenince bana oyun teklif etmiş, kaybedince de hiç üzülmemişti.

            Televizyonun henüz yaygınlaşmadığı yıllarda tek eğlencemiz yayladaki Siera marka siyah radyoydu. Kıbrıs’a çok yakın olduğumuz için çok güzel çeken Bayrak Radyosu ve Kıbrıs Rum Kesimi Radyosunu severek dinlerdik. Zira o yıllarda TRT her şarkıyı yayınlamaz, ancak denetim kurulundan geçen eserleri çalardı. Bayrak ve Rum radyosunda ise sansür yoktu. Özellikle akşam saat 18:30’da Bayrak Radyosu isteklere yer verir ve arabesk dahil her türlü müziği çalardı. Ama 19:00 ajansını dinlemek üzere dedem eve doğru geldiğinde kardeşim Emine ile birlikte belimiz kırılır, radyoyu dedeme devretmek zorunda kalırdık.

            “Sıddık Gelin”in intikamı

            Gençliğinde çok sinirli olduğu söylenirdi. Anneanneme kızdığında yemeklerle dolu siniyi birçok kez köşkten bağa atmış. Ama son zamanlarda sadece lâfını edebiliyor, siniyi atacakmış gibi elleriyle sımsıkı kavrıyor ancak bir türlü pratiğe dökemiyordu. Onun bu halini gören anneannem “Sıddık Gelin” eski günlerin acısını çıkartırcasına göbeğini oynata oynata gülüyordu.

            Çocukluğumun en güzel anıları bu yaylada geçti. Kolumun kırılması gibi üzücü olaylarda da dedem hep yanımdaydı. Beni bir arkadaşının motoruna bindirerek Gökbelen yolundaki (Galiba Çaltı) sınıkçıya tedavi ve kontrol amacıyla götürürdü.

            Yaz haricinde memleketimize gittiğimizde ise günlerimiz köyümüz Gülümpaşalı’da geçerdi. Yemyeşil, verimli bir ova köyüydü. Tarlalardan yılda üç-dört ürün alınırdı. Silifke-Taşucu arasındaki bu köy, dilimiz Türkçenin bütün güzelliklerini, şiirselliğini, ritmini içinde barındıran, hayran olduğum nefis bir isim taşıyordu. Bu isim bana nedense ilk defa Türkçe kitabımdaki bir okuma parçasında rastladığım Refik Halit Karay’ın “Eskici” hikayesini hatırlatırdı. Hani gönderildiği Filistin’de Türkçe konuşan birini bulamadığı için dil ve İstanbul hasreti çeken küçük Hasan’ın hikâyesi. Mahallelerine gelen yaşlı ayakkabı tamircisinin Türk olduğunu öğrenince onunla Türkçe muhabbetindeki coşkulu hüzün...

            Gözlerindeki hüzün

            Rıfat dedemin gözlerinde daha çok hüzün hâkimdi. Şairin dediği gibi hüzün ona çok yakışıyordu. Bazen çocukluk, gençlik ve askerlik anılarını anlatır, arada uzun bir “heyyy! heyyy!” çekerek daha da hüzünlenirdi. Evin tek oğlu olan ve kamyonculuk yapan dayımın eve geç gelişleri onu çok üzerdi. Yaylada gece yarısı tuvalete kalktığında el feneriyle girişteki ayakkabıları kontrol eder, dayımın ayakkabısını göremeyince üzülürdü.

            1983 Kasımında önce erkek kardeşi Mehmet Ali Emmimiz vefat etti. Bir ay sonra abisi Mehmet amcamız… Ve bir ay içinde de dedem... Adı verilen torununun sünnetini ve mürüvvetini gören Rıfat Helvacı, kardeşlerinin ardı sıra gurbetten asli vatanına dönmüştü.

            Mekânın Cennet olsun. Yolda yürürken “insanlara zarar vermesin” diye üşenmeden kaldırıp kenara attığın taşlar günahlarına kefaret olsun. Yaptığın hayır-hasenat kabul olunsun. Hesaplayıp kıldığın kaza namazları makbul kılınsın. Bize cami hocaları vasıtasıyla öğrettiğin temel dini bilgilerle kıldığımız namazlar amel defterinin açık kalmasına vesile olsun.

            Seni seviyorum, adını yıllardır gururla taşıdığım Rıfat Dedem. Seni özlüyorum hassas duyguların, ince düşüncelerin adamı… Rabbim bizi Cennetinde yeniden buluşturur inşallah.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve silifkesesimiz.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.

deneme bonusu deneme bonusu https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren bahis siteleri deneme bonusu veren siteler youtube mp3