YANGINLARA DAİR…
Bu yaz maalesef gündemimizden çıkmadı yangın meselesi… Ülkenin farklı yerlerinden gelen yangın haberleriyle güne uyandık hemen hemen her sabah. Öyle ki yazın da tadı kalmadı, geçip giden günlerin de, akşamların da…
Ülkede süregiden yangınlardan -üç gün önce (13 Ağustos)- güzel Silifke’miz de payını aldı maalesef. Yukarı mahallelerde başlayan yangın büyüdükçe büyüdü ve rüzgarın da etkisiyle aşağılara kadar yayıldı. Gece saatlerinde Silifke’nin merkezinden bile alevler görülebiliyordu. Daha önce Silifke’de böylesine ürkütücü bir manzara ile karşılaştığımı hatırlamıyorum.
Silifke, iki-üç gün içerisinde tarihinin en büyük yangınlarından birini yaşadı. Balandız ve Kırtıl Mahallelerinde başlayan yangın rüzgarın da etkisiyle çevre mahallelere doğru genişledi. Çadırlı, İmamuşağı, Kocapınar, Işıklı ve Akdere Mahallelerine kadar yayılan ve oldukça geniş bir alanda etkili olan yangın ancak 3. gününde kontrol altına alınabildi. Sonrasında ortaya çıkan manzara ise gerçekten ürkütücüydü: Yanan evler, telef olan hayvanlar ve küle dönmüş on binlerce ağaç… Yeşilin yerini alan siyah ve gri renklerin hüküm sürmeye başladığı geniş orman arazileri… Doğa, bir daha ne zaman toparlar kendini, kim bilir?
Burada uzun uzadıya yangınlara karşı alınması gereken önlemlerden falan bahsetmek istemiyorum. Bu konuda bir yetkinliğim de yok zaten. Uzmanlardan dinlediklerimden, okuduklarımdan bilgi sahibi olmaya çalışıyorum sadece. Yangınlara hızlı ve etkili müdahalede yetersiz kalınıyormuş, yeterli yangın uçağı yokmuş, personel yetersizmiş vs. bunlar meselenin bir yüzü… Yangınların kasıtlı olarak çıkarıldığı durumlar da yaşanıyor belli ki, ama çoğu yangın insandan kaynaklı ihmallerin ve özensizliklerin sonucunda ortaya çıkıyor, bu da bir gerçek. Umursamadığımız “küçük” şeyler, bazen bir büyük yangının ilk kıvılcımına sebep olabiliyor: Doğada bıraktığımız çöpler, çöpün içindeki cam parçaları, içilen sigaraların izmaritlerinin rastgele doğaya atılması, düzensiz yerleştirilen elektrik iletim hatları, tarım arazilerinde bilinçsizce yakılan ateşler, bazen evinin önünde “Şu eski eşyaları yakayım,” diyen ve baş edemediği ateşle bir büyük ormanın yanmasına sebep olan mülk sahibinin duyarsızlığı… Son yangında bir su idaresinin sahada döşenen borularla ilgili kaynak çalışması yaptığı esnada çıkan kıvılcımın yangına sebebiyet verdiği iddia ediliyor ki böyle bir şeyin gerçek olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Umarım gerçekliği olmayan bir iddiadır bu.
Örnekler daha da çoğaltılabilir. Bunlar büyük resmin küçük detayları olarak da görülebilir. Ama küçük detaylar telafisi imkansız öyle büyük zararlar da doğuruyor ki bunu aradan geçen yıllarda fazlasıyla deneyimledi doğa ve çevre.
Ama bir de “büyük resim” var ki… Asıl üzerinde durmamız gereken de bu gibi geliyor bana: İklim krizi.
Yağmurlar yağmıyor eskisi gibi artık. Ne kış, kış gibi; ne de yaz, alıştığımız yazlara benziyor. Her geçen yıl dünyamız daha da ısınıyor. Göller, ırmaklar kuruyor. Su kaynakları her geçen gün yok olmaya doğru gidiyor. Doğanın oksijeni azalıyor. Yeşil alanlar yapılaşmaya açıldığında, şehirler betona teslim olduğunda, yenilenebilir enerji kaynakları yerine doğaya zarar veren yakıtları kullandığımızda oluyor ne oluyorsa. Doğanın dengesi şaşıyor, “küresel ısınma” dediğimiz şey her geçen yıl kendisini daha da hissettiriyor. Günün sonunda insandan kaynaklı ihmaller de eklenince ormanlar yanıyor, ağaçlar yok oluyor, doğadaki canlılar yaşamlarından oluyor. Artan sıcaklıklar, uzun kurak dönemler, şiddetli ve ani yön değiştiren rüzgarlar karşısında yıllardır yangınlarda uygulanagelen yangın söndürme stratejileri de yetersiz kalıyor.
Şimdilerde, “Geçmiş olsun,”larla günü kurtarıyoruz, “Bir daha yaşanmasın,”larla kendimizi avutuyoruz. “Yakanın elleri kırılsın,”larla öfkemizi kusuyoruz. Ancak, doğa, çevre, iklim meselelerine ilişkin gerek toplum olarak, gerekse de merkezi ve yerel yönetimler olarak “farkındalık” düzeyinin oldukça uzağındayız. Dünyanın gelişmiş ülkeleri bu meseleleri epey zamandır gündemlerinde ön sıralarda tutuyorlar ve gerekli önlemleri alma çabası içerisindeler. Bizler ise farklı gündemlerle uğraşmakla meşgulüz çoğu zaman olduğu gibi. İklim kriziymiş, küresel ısınmaymış, şimdilik bunları o kadar da dert etmiyoruz.
Yazıyı bitirirken…
Bu yaz “hüzünlü” bir yazdı. Ağaçlarımızı, ağaçlarla birlikte ormandaki canlarımızı da kaybettik yazık ki… Ağustos ayının da ortasına gelmişken… Ve çoğu kimsede “yaz heyecanı” da kalmamışken… “Bitsin artık bu boğucu yaz,” diye de düşünürken… Sıla Gençoğlu’nun “Zamanında” isimli hüzünlü şarkısının şu sözleri ile veda edelim o zaman, “yaz”a ve bu “yazı”ya: “Yaz uzundu eskiden / Zamanında böyle kayıplar yoktu / Sevinçlerimiz gerçekti / Hüzünlerin ertesi umutlu”
