BAŞKENTTEN SELAM
KIRGIZİSTAN-2-
Balasagun
Ertesi sabah Mirzayan Volga arabayla gelmiş, Dairbek Kazakbayev’i de alarak yola çıkmıştık. Furunze’ye 60 Km. mesafedeki Tokmak kenti istikametinde yol alıyorduk. Önümüz, arkamız ovaydı, ama yol güzeldi. Sağımızda “Tanrıdağları” uzanıyordu. Bir ucu Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı Doğu Türkistan’a kadar uzanan ve Çinli’lerin Tiyanşan adını verdikleri bu dağların, Türkistan’ın batısındaki uzantısına soydaşlarımız “Alatoo” (yani Aladağ) diyorlardı.
Kırgızistan tarihinde önemli bir yeri olan Tokmak, orta halli bir kent görünümündeydi. Bu kent, 1926 ve 27 yıllarında iki yıl süreyle ülkeye başkentlik etmişti. Daha sonra Bişkek (Furunze) başkent olmuştu. Yolda Mirzayan anlatmıştı: “Bir Kırgız obası göç ederken, yolun bir yerinde kara baltayı düşürmüş. Bir grup atlarından inerek, oraya yerleşmiş ve böylelikle Karabalta kenti kurulmuş. Obanın bir başka grubu yola devam ederken bu kez bişkeki düşürdükleri için, onlar da Bişkek kentini kurmuşlar. Bişkek, kımız yapımında kullanılan bir tür yayıktır. Obanın öteki bölümü ise, yolda tokmaklarını düşürmüşler; böylelikle onlar da orada konaklayıp, Tokmak kentini kurmuş…” Mirzayan bu rivayetle bana, Kırgızistan’ın üç önemli kentinin; Bişkek, Karabalta ve Tokmak’ın kuruluş efsanelerini böyle anlatmıştı.
Tokmak’ta bir süre dolaştıktan sonra, 12 Km.uzaktaki “Balasagun”a gitmiştik. Bulasagun, 10. Yüzyılda Karahanlı Devleti’nin başkenti idi. Tarih içerisinde yerle yeksan olan bu kadim Türk şehrinde sadece Burana Minaresi kalmıştı. Oysa Cengiz Han, bu tarihi kente fazla zarar vermemiş, sadece kentin adını “Gobalık” olarak değiştirmişti. Türk tarihinin büyük eseri Kutadgu Bilig’in yaratıcısı büyük bilgin Yusuf Has Hacip, Balasagunlu idi.
11. Asırda Balasagun bir açık pazardı ve İpek Yolu buradan geçiyordu. Japonlar, İpek Yolu filminin bir bölümünü burada çekmişlerdi. Öncelikle Burana Müzesi’ni gezip, hem sergilenen eserleri ve belgeleri görmüş; hem de ayrıntılı bilgiler almıştım. O arada, müzenin anı defterine Prof.Nejat Diyarbekirli’nin yazdıklarını okumuştum. Saygın bilim adamımız şöyle yazıyordu: “İstanbul Üniversitesi’nde yıllardır öğrencilerime slaytını gösterdiğim Burana Minaresindeyim. Gördüm ki, Kırgızlar’la kültür beraberliğimiz var…” Müze 1976 yılında oluşturulmuş ve başına da Esengül Törekanıp müdür olarak atanmıştı. Yanına asistanı Bn.Turgan Kocamambetova’yı da alarak müzeyi gezdirmişti. Hatta Törekanıp 1915 yılında Burana’ya 2 Km. mesafedeki Oktoberki köyünde doğmuş, yaşamı boyunca Burana ile yatıp kalkmıştı. Onunla birlikte minareye de çıkıp, çevreyi temaşa eylemiştik. Koruma altına alınan alan 36 Hektardı. 500x570x570x600 metre, yaklaşık 25-30 Km. karelik bir alandı. Bulunduğumuz yer, Balasagun’un tam merkezinde yer alıyordu. Burası 1923 Yılında devlet tarafından koruma altına alınmıştı ve o tarihten itibaren, restore çalışmaları yapılıyordu. O arada minarenin yakınındaki üç kümbet kesin hatlarıyla ortaya çıkarılmış; orada bulunan taşlar da değerlendirilmek üzere toplanmıştı. Ne yazık ki bu kümbetlerde kimlerin medfun bulundukları bilinmiyordu, ama Karahanlı Devletinin önemli simaları olduğu muhakkaktı. 1987’den itibaren de, yerli ve yabancı turizme açılmış; onbinlerce yabancının uğrağı haline gelmişti. Bilindiği gibi Karahanlı Devleti, ilk Müslüman Türk devletiydi. Bu nedenle Burana, sadece Türk dünyası için değil; bütün İslâm Âlemi ve hatta insanlık için son derece önemli bir yerdi. Burana Minaresi (elbette camii) 11. Yüzyılda, tuğlayla inşa edilmişti. Bizdeki minarelere dolanarak çıkıldığı halde Burana’ya, dik olarak çıkılıyordu. Merdivenler dar, çıkılıp inilmesi son derece zor ve yorucuydu. Burana ile ilgili ilk saptamalar 16. Asırda yapılmış; 19. Yüzyılda Rusça makaleler yayımlanmıştı. Rus bilgileri F. V .Poyarkov, V.D.Gorodetskiy, A.M.Fetisov, N. N. Pontusov, V.P.Rovnayagin ve V.V.Bartold yazdıkları yazılarla bu kadim beldeyi, kamuoyuna duyurmuşlardı. Keza 1877 yılında Kazan’da toplanan Rusya Arkeologlarının IV.Kurultayında bu konuda bildiriler sunulmuştu. Açık müze alanında 10 Metre yüksekliğinde, 100x100 Metre eb’adında bir tepe bulunuyordu. Burada yapılan küçük bir kazıda, 10-14.Asır arasında saray olarak kullanılan bir yapının mevcudiyeti belirlenmişti.
Tarihi Taşlar
Kazakistan’da Olcas Süleymanov’un yapmak istediğini, Burana’da Kırgızlar’ın gerçekleştirmiş olduklarını görmek beni memnun etmişti. Olcas, Orta Asya’nın her yanına serpilmiş olan tarihi taşların bir açık hava müzesinde sergilenmesini arzu ediyordu ve bu doğrultuda çalışma yaptıklarını söylemişti. Zira, Türk Tarihi, bu taşlarda yazılıydı. Burana’da sergilenen 80 balbal üzerinde görülen insan figürleri, Orta Asya Türklüğü’nün simgesiydi. Bu taşlar arasında, Orhun-Yenisey’deki taş yazıtların benzeri olan taşlar da vardı. Bunlar üzerinde Orhun alfabesiyle olduğu gibi, Arap alfabesiyle nakşedilen yazılar da bulunuyordu. Kuşkusuz Arap alfabelerin bulunduğu yazıtlar daha yakın zamanlara aitti. Bu tarihi taşların bir kısmı Issık Göl çevresinden, bir kısmı da Tanrıdağları’ndan bulunup getirilmişti. Kimi taşların üzerinde görülen geyik motiflerinden anlaşılıyordu ki, Tanrıdağları’nda çok sayıda geyik yaşıyordu ve bu hayvanların da Türk Tarihi ve milleti üzerindeki etkisi ve yararı büyüktü. Esasen, Türkler, beraber yaşadıkları hayvanların motiflerini, yarattıkları tüm eserlerin üzerine nakşetmişlerdi. Ne yazık ki taşların çoğu, doğal etkilerden ve doğa olaylarından dolayı aşınmışlardı. Yapılan saptamalara göre, taşlar üzerindeki motifler, Talas yöresinde çokça görülmekteydi. Bir başka saptamaya göre de taşlar üzerindeki yazılar VI-IX. Yüzyıllara ait Türk yazılarıydı. X.Yüzyıldan itibaren de Arap alfabeli yazıtlar yaratılmıştı. Burana Müzesi’nde X-XII.Yüzyıllardan kalma çeşitli boyutlarda, taştan yapılan su değirmenleri; tarim araç ve gereçleri bulunuyordu. Bundan da anlaşılıyordu ki, burada tarım ve hayvancılık faaliyetleri de hayli yoğundu.
Burana’da, açık hava müzesinin yanı sıra, kapalı bir müze de vardı. Kuşkusuz bu müzede, maddi ve manevi değeri daha fazla olan materyaller saklanıp, sergileniyordu. Ne var ki, buralarda kazı yapan Rus arkeologlar, çok kıymetli eserlerin önemli bir kısmını alıp, Leningrad’daki Ermitaj Müzesi’ne götürmüşlerdi. Anlaşılıyordu ki, Balasagun’da darphane de vardı? Kazılarla elde edilen 10 Kg. gümüş paranın o devirde basılmış olduğu saptanmıştı. Acaba, bulunan altınlar ne olmuş, nereye götürülmüştü?...
Kazı yapılan bölgeye yürüyerek 5 Dakika mesafedeki Dönerek köyünün XX.Asrın başlarındaki sakinleri, nice değerli eserleri bilerek veya bilmeyerek heba etmişler miydi?...Alanı gezerken hep bunları düşünmüştüm…
Burana’da iki yılda bir “Bahar Festivali” yapıldığını söylemişlerdi. Müzik ve dans toplulukları burada toplanıyorlar ve halkla birlikte şenlik yapılıyordu. Müzedeki bir taş da dikkatimi çekmişti. Bu taşın üzerinde “Toguz Kumalak” adlı, iki kişinin oynadığı bir oyun görülüyordu. Dikdörtgen şeklindeki taşın iki yakasında “çöycök” denilen 9’ar tane oyuk vardı. Oyukların ortasında ise, daha geniş olan ve “kazan” adı verilen iki oyuk bulunuyordu. Çöycöklerin her birinin içerisine 9 tane “çiyil” (küçük taş) konuluyor, oyuncular birbirlerinin taşlarını yutuyorlardı!...
Sıntaş Kasabası
Burana’da değil birkaç saat, birkaç gün kalınsa yeriydi. Çünkü gördüğüm her şey ilginçti ve ben her şeyi günlüğüme kaydetmeliydim. Ama benim için bir program yapılmıştı ve bu programa göre, Sıntaş Kasabası’na gidecektik. Burası aslında bir kolhoz merkeziydi. Sıntaş’a biraz gecikerek varmıştık ve hemen yemek masasına davet edilmiştik. Yemekte bizim hey’etten başka, Sıntaş KP MK (Komünist Partisi Merkez Komitesi) Sekreteri Anatoli Paddumni, MK Propaganda Şubesi Müdürü Bn.Raise Kasımova, Parti Müşaviri Aleksandr Fink ve Kolhoz Meclisi Başkanı Kanıbek Dikambayev bulunuyorlardı.

Tanrıdağları’nda Kırgızlarla

Rehberim Mirzoyan Tölömüşev’le
Issık Ata Rayonuna (kentine) bağlı olan Sıntaş’ın kelime anlamı “güzel taş” demekti. Sıntaş Kolhozuna bağlı Sıntaş, Kızıl Arık, Aksay, Birikken, Kirov, Telman ve Rod Front adlı 7 köy vardı. Köylerden 5’inde Kırgız, 2’sinde ise Alman nüfus ağırlıklıydı. 5500 kişilik Kolhozda nüfusun 1700’ü çalışıyordu. Söylediklerine göre Kolhozda Kırgızlar’dan başka, Rus, Alman, Azeri, Özbek, Kazak, Türk (Ahıskalı), Ermeni, Dungan vb. yaşıyordu. Hepsinin hayatı tarıma dayalıydı. Hububat, meyve, sebze üretimi ve hayvancılık yapılıyor; ayrıca kımız ve şifalı otlardan para kazanıyorlardı. Halı ve keçe üretimi yapan kooperatifler de ekonomik olarak kazanç sağlıyorlardı. Kolhoz’ta KP üyelerinin çoğunluğu kadındı. Dediklerine göre, Kırgız kadını hiçbir zaman yüzünü, başını örtmemişti. Söyledikleri şöyle ilginç bir deyim vardı: “Kırgız’da kadın yahşı, er yahşı…” Acaba, kadın iyi ise, erkek de iyidir ya da her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır mı demek istiyorlardı?... Kırgız kardeşlerimizin söyledikleri şu sözü de yabana atmamak gerekirdi: “Orta Asya’da yaşayan ulusların en eskisi Kırgızlar’dır…”
Belsaz Yaylası-At Çiftliği
Kolhozda yemek yeyip, gerekli bilgileri aldıktan sonra Tanrıdağı’da tırmanıp, “Belsaz Yaylası”na varmıştık. Burada yılkı atları vardı. Çiflik yöneticisi Rudolf Kop adlı bir Alman’dı. Karısı, kızı ve oğlu ile birlikte burada çalışıyorlardı. Atlardan südü makine ile sağıp, boru ile süt deposuna aktarıyorlar, burada süt, özel bir makinada döğülüp, kımız yapılıyordu. Bir attan günde 7-8 Litre süt aldıklarını ve atın en çok 3-4 yıl süt verdiğini söylemişlerdi. Belsaz yaylasında, Sıntaş Kolhozuna bağlı, böyle 3 oba vardı ve bunlar at besleyip, kımız üretiyorlardı. Kooperatifler bunlardan aldıkları Kımız’ı Furunze’ye götürüp satıyorlardı.
Kırgızlar’da at kültürü oldukça genişti. Her yaştaki atın başka bir adı vardı. Örneğin 1 yaşındaki atın adı “kulun”, 2. Yaşta “tay”, 3. Yaşta “kunan”, 4. Yaşta “bıştı”, 5. Yaşta “yeniasıy”, 6. Yaşta “ekasıy” vb. Yetişkin erkek ata “aygır” denilirken, dişi atlara da “batyal”, “gunanbaytal”, “bıştıbaytal” vb. gibi adlar veriliyordu. Rudolf bana 3 tas kımız içirmiş; ayrıca “kaymak” dediği bir şeyle, yağda kızarttığı, bizim Afyonkarahisar’da “pişi” dediğimiz türden bir hamur işini yedirmiş ve benim midemi fena halde bozmuştu!... Bu Rudolf’un da, aile bireylerinin de gözleri ve gönülleri Almanya’da idi…
Karagay Bulak-Ormanı
Belsaz Yaylası, Tanrıdağları’nın çok güzel bir yerindeydi. Doğada, bundan daha güzel bir yer bulunamazdı. Ben yayla havasını ciğerlerime depo ederken dostlarım; biraz daha yukarılara çıkalım dediler ve araçlarımıza binerek tırmanmıştık. Sonra aşağıya yönelip bir vadiye geldik ki, “aman Allah’ım!...”, muhteşem bir güzellik ve manzara…Orman ve görülmemiş çam kokusu…Doruklarda bulutlar ve vadide akıp giden bir bulak. Tertemiz bir su ki, şişelenip satılsa, Kırgız’a çok para kazandırabilir… Evet, Karagay Bulağı ve Karagay Ormanları, Kırgızistan turizmini şaha kaldıracak özelliklere sahipti… Furunze’ye dönüş yolumuz ise, maalesef berbattı, ama iyi ki altımızda çok sağlam bir jeep vardı.
(DEVAM EDECEK)
