Popüler Kültür: Giydirilmiş kimlikler, Fabrikadan Çıkma Değerler
Geçtiğimiz günlerde bir sosyal mecrada rastladığım iki genç arasında geçen bir diyalog zihnime kazındı. Biri, TikTok ve Instagram'da dönen moda akımlarını heyecanla anlatıyordu. Diğeri ise şöyle dedi: “Herkes yapıyor ama benlik değil, yine de geri kalmış gibi hissediyorsun.” Bu söz, günümüzün görünmez ama bir o kadar da güçlü baskısını özetliyordu. Artık bir akıma katılmamak, yalnızca bir tercihi değil, adeta bir toplumsal dışlanmışlığı çağrıştırıyor. Popüler kültür, ne yaptığımızdan çok daha fazlasını belirliyor; kim olduğumuzu, nasıl algılanmak istediğimizi ve hatta kendimizi nasıl sevdiğimizi ve sevdirmek istediğimizi de şekillendiriyor.
Popüler kültür ve sosyal medya, bireyin kimliğini yalnızca etkileyen değil, yeniden inşa eden güçlü bir araç haline geldi. Eskiden yalnızca ekranlardan izlediğimiz bu kültür, artık cebimizde taşıdığımız ekranlardan tüm benliğimize sızıyor. Diziler, şarkılar, giyim tarzları ve sosyal medya akımları; herkesin kolayca tükettiği ama bir o kadar da zorunlu hissettiği birer davranış kalıbı halini aldı. Gençler arasında bir diziyi izlememek, popüler bir uygulamaya hâkim olmamak, sohbetin dışında kalmak anlamına geliyor. Dışlanma korkusuyla insanlar, kendi karakterlerinden ödün vererek sahteleşiyor. Kendi sesini bastırıp dış dünyanın onayına kulak veriyor.
Bu değişim, en çok da kimliğini bulma çabasında olan gençleri etkiliyor. Mükemmel bedenler, idealize edilmiş hayatlar, yüksek beğeni sayıları ve görünürlük takıntısı; insanları “kim olduğu”ndan çok “nasıl göründüğü” üzerinden tanımlamaya itiyor.
Yakın zamanda şahit olduğum bir olay, bu kültürün birey ve aile üzerindeki baskısını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Asgari ücretle geçinen bir ailenin kızı, okulda sadece iPhone'u olmadığı için zorbalığa uğruyordu. O telefon, onun için yalnızca bir iletişim aracı değil, sosyal kabulün sembolüydü. Özgüveni zedelendi, kıyaslamalar başladı ve ailesine baskı yaptı. Ailesi ise temel ihtiyaçlarından kısmak pahasına o telefonu aldı. Soruyorum şimdi size: O babanın telefon için çalıştığı onca gün mü daha acı verici, yoksa çocuğunun bu yozlaşmış algının esareti altında oluşu mu?
Popüler kültür, değer kavramımızı değiştirdi. Artık “ye kürküm ye” dönemi, telefonla, ayakkabıyla, çanta markasıyla yeniden dirildi. Kimse sormuyor o kürkü giyen ne yaşar, ne hisseder… Görünüş önemli, içeriğin sesi bastırılmış durumda.
Artık ilişkiler mesaj sayısıyla ölçülüyor. “Mention” yani etiket atılmayan dostluklar sahte sayılıyor. Dizi karakterlerinin toksik ilişkileri, gerçek aşklara model oluyor. Toplumsal roller yeniden kodlanıyor: güçlü erkek, kusursuz kadın, eğlenceli çift… Oysa bunların çoğu gerçeklikle ilgisiz, yüzeysel ve ticari üretimler. Gençlerin zihinlerinde “doğru” kavramı artık bu kalıplara göre şekilleniyor. Bu, bir kültür değil; kimliği yavaşça silen bir illüzyon.
Popüler kültürden tamamen kaçmak mümkün değil, belki de gereksiz. Ancak onunla bilinçli bir ilişki kurmak şart. Tıpkı fiziksel sağlığımız için ne yediğimize dikkat ettiğimiz gibi, zihinsel sağlığımız için de ne izlediğimize, kimi takip ettiğimize, neyi paylaştığımıza dikkat etmeliyiz. Moda olanı değil, bize yakışanı giymek, beğenilmek için değil, kendimizi ifade etmek için paylaşmak… Kültürel algoritmaların bizi şekillendirmesine izin vermemek… Küçük ama etkili adımlardır bunlar.
Popüler kültürün etkisi altında verdiğimiz her kararın ardından şu soruyu sormalıyız:
Bu seçim beni ben yaptığı için mi, yoksa yalnızca kabul görmek için mi?
Bu yazıyı aynı zamanda bir sosyal durumun teşhisi olarak görmek gerekir: Popüler kültür, bireyin ruhuna sızan görünmez bir virüs gibi, kendi değerlerini onun elinden alıyor ve yerine geçici, yüzeysel simgeler koyuyor. Çünkü insanın kıymeti, bu simgelerde değil; duruşundadır.
Sözlerimi, düşüncelerine kıymet verdiğim iki yazarın anlamlı tespitleriyle noktalamak istiyorum.
Nietzsche: “İnsanlar sürü hâlinde mutlu olmayı tercih eder, birey olarak özgür olmayı değil.”
Victor Hugo: “Kitleler, giydirilmiş düşüncelerle yönetilir.”