1’inde İşçi, 364’ünde Görünmeyen, Sesi Duyulmayanlar
Bugün 1 Mayıs. Ama ellerimin içi hâlâ yara bere içinde, belimde sancı, başımda ve bedenimde müzmin ağrılar var. 1 Mayıs, benim için bir bayramdan çok, görünmek ve duyulmak arzusudur. Görünmezliğin, değersizleştirmenin, ama aynı zamanda birlik olmanın ve ses bulmanın günüdür.
İşçi babamın deyimiyle: “Adımız önemli değil.” Çünkü biz çoğu zaman sadece istatistiklerde yer alırız — “genel işçi”, “vasıfsız işgücü”, “asgari ücretli”… Oysa ben de bir anneyim, bir babayım, bir evladım; en önemlisi bir insanım. Bu yazıyı işçi kimliğimle değil, ama o kimliği sürekli bastıran sistemin altında ezilen bir insan olarak kaleme alıyorum.
Sosyal psikoloji der ki: İnsan, ait olduğu grupla anlam kazanır. Ama ya toplum seni hiçbir gruba ait görmek istemezse? “Okumamışsın, zaten bu kadar oluyor,” derler. “Şükret,” derler. Ama biz o şükretmenin ardına gizlenmiş sessizlik değiliz. Biz, en çok şükredip en az hakkı verilenleriz.
Her sabahın köründe yollara düşerken, bu şehrin atar damarı oluruz. Ama kimse, kanın damar olduğunu düşünmez; çünkü damar görünmezdir. Görünmezlik, bir insanın yaşayabileceği en derin sosyal yaralardan biridir. Dışlanmazsın belki, ama fark edilmezsin. Hayaletten farkın kalmaz. Bu da bir o kadar acıtır.
İş yerinde hakkını aramak istersin, işsizlik korkusu engel olur. Fazla mesai ücreti istersin, “Senin yerine bin kişi gelir,” tehdidi bekler. Sosyal psikolojide buna “öğrenilmiş çaresizlik” denir. Defalarca itilmiş olursun ve artık itilmeyi bekleyen birine dönüşürsün. Kendi hayatında figüran olursun.
1 Mayıs’ta sokaklara çıkan işçiler sadece daha iyi ücret istemez. Daha iyi koşullar, daha az korku, daha çok görünürlük ister. Çünkü korku, yalnız bireyi değil, tüm toplumu çürütür. Hâlâ bazıları soruyor: “1 Mayıs niye kutlanıyor ki? Zaten haklar var, sendikalar var…” Ama biz biliyoruz ki hakların yazılı olması yetmez; uygulanması gerekir.
Bugün bile birçok iş yerinde sendikaya üye olamıyoruz. Hâlâ sigortasız çalışanlar var. Kadınlar, doğum izni yüzünden işten atılıyor. Ve biz hâlâ “yerin dibine girmemek” için mücadele ediyoruz — “yukarı çıkmak” için değil.
İnşaat işçilerinden bahsetmek istiyorum. Çünkü benim babam da onlardan biri. Görünmez bir işçi. Elleri nasırlıdır; damarları, alnındaki çizgileri, yüzündeki güneş yanığı anlatır yaşamını. Ama sesi çıkmaz. Belki o ses, yıllar önce ruhunda çığlıklara karışmıştır.
Çocukken babamın arkadaşına söylediği şu söz hâlâ kulağımda çınlar:
“Yaptığım inşaatların sayısını unuttum. Önlerinden geçiyorum bazen. İnsanlar balkonlarında kahvaltı yapıyor, keyif sürüyor. Ama o balkonun inşaatında parmaklarımı ezdiğimi, vücuduma güneş geçtiğini, yaraları, çivileri kimse bilmez. Nice ev yaptım; herkes oturdu, ben kendime yapamadım.”
Bu sözler ruhumda kapanmayan yaralar açtı. O yüzden benim için işçi bayramı, babamdan ibarettir.
İnşaat işçiliği, kelimelere kolay dökülebilir ama gerçekte toplumun üstünde yükseldiği en ağır emek türlerinden biridir. O görkemli binaların, yolların, köprülerin ardında görünmeyen bir hayat vardır: Sırtına çimento tozu yapışmış, öğle yemeğini bir tuğla yığınının dibinde hızlıca yiyip yeniden iskelenin tepesine çıkan bedenler… Bir binaya bakarken onun yüksekliğine hayran kalırız, ama o yükseklik altında kim eziliyor diye sormayız.
O işçi, kaskı ve çamurlu ayakkabısıyla hiçbir açılış törenine çağrılmaz. Ama bina çökerse, önce onun hatası aranır. Oysa çoğu zaman iş güvenliği sadece kâğıt üzerindedir. Geleceği belirsiz, psikolojisi kırılgan, emeği görünmezdir.
Kadın işçilerin durumu daha da zordur onlarıda es geçmeyelim . Regl ağrısı lüks sayılır. Tuvalete sık gidince “oyalanıyor” denir. Buna “içselleştirilmiş baskı” denir: Herkes aynı durumdaysa, sömürüyü normalleştirirsin.
Masa başı çalışanlara gelirsek… Dışarıdan temiz görünür ama kendi içinde boğulursun. “İyi günler” deyişin bile ölçülür. Gülümsemek zorundasındır ama seni gören yoktur. Müşteri sinirlenince senin insanlığın yok olur. Psikolojik tükenmişlik tam da buradadır: Bir ses olursun ama kimse iç sesini duymaz.
Farklı sektörler, aynı baskı. Görünmüyoruz, korkuyoruz, bastırılıyoruz. Ama bu hikâyede bir umut var: birlik.
Sosyal psikolojide “kolektif kimlik” diye bir kavram vardır. İnsan yalnızca kendisi için değil, bir topluluk için de var olur. İşçiler tek başına ezilir, ama bir araya geldiklerinde kimlik kazanırlar. 1 Mayıs, işte bu kimliğin kuşanıldığı gündür.
Bu yazıyı okuyan sana sesleniyorum: Beyaz yakalı, öğrenci, serbest çalışan, ev kadını, anne, baba… Kısacası vatandaş: Bu sistemin içinde hepimiz bir yerlerde emek veriyor, ama karşılığını tam olarak alamıyoruz. İşçi sadece fabrikada çalışan değildir. Bu düzenin çarkında dönen, emeği sömürülen herkes işçidir.
Hakkını aramak istersin, “işsiz kalırsın” tehdidi önüne çıkar. Sendikaya üye olmak istersin, fişlenirsin. Mesai ücretin verilmez, sesini çıkaramazsın. Bu sadece ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir baskıdır. Öğrenilmiş çaresizliktir bu. Yani hakların olduğunu bilirsin ama sesini çıkaracak gücü kendinde bulamazsın.
Bu korku, sadece iş yerinden değil, tüm sistemden gelir. Ve bu korku, toplumun damarlarına işler. Çünkü bu ülkede emek, sadece alın teri değil; bazen bir çocuğun yarım kalmış hayali, bazen bastırılmış bir çığlık, bazen sessizliktir.
Biz 1 Mayıs’ta bir gün değil, bir gelecek istiyoruz.
“Gökyüzünü işçiler taşır, biz yere baktığımız için görmeyiz.”